Pırıl pırıl parlıyordu diğer çocuklarınkiler. Lastikleri kocaman ve sağlamdı. Benimki gibi her tarafı yamalı ve her üç çukurda bir patlamaya meyilli değildi. Frene bastıklarında zınk diye duruyorlardı. Benimki ise, sanki benimle alay edermiş gibi, tiz bir kahkahaya benzer ses çıkartıp, frene bastıktan 10 metre sonra durabiliyordu.
10 uzun, alaycı metre... Düşmeden sürmeyi ilk o bisiklette öğrenmiştim. Üzerindeki her çizik, ayrı bir maceranın anısıydı. Ama artık mahalle içi yarışlarda sona kalan hep ben oluyordum...
Bir gün okuldan eve gelirken, mahallemizde yeni açılan beyaz eşyacının önünde sıra sıra yeni bisikletler gördüm. O zamanlar beyaz eşyacılar bisiklet de satardı, evet. Gıcır gıcır bisikletler ilkokul 3'teki bir çocuk için son model Alman arabalarından daha havalıydı. İçlerinden birini gözüme kestirmiş ve hiç çekinmeden gidip kaça satıldığını sormuştum. İlkokul 3 matematik bilgimle, o bisikleti alabilmek için harçlıklarımı 8 yıl biriktirmem gerektiğini hesaplamıştım. Ama planım hazırdı. En azından bir sonraki bayram harçlıklarımı alır almaz, macun, turbo sakız, leblebi tozu gibi abur cuburlara para harcamayı bırakacaktım. O yaşımda aklımın erdiği en büyük bütçe planlaması buydu. O zamanlar "istediğiniz şeyi düşünün, vizyonlayın, fotoğrafını buzdolabınıza yapıştırın" içerikli popüler bilgiler henüz hayatımızı istila etmediğinden, tek bildiğim her gece yatmadan önce o uçuk pembe gıcır gıcır bisikleti sürmenin ne güzel bir şey olduğunu hayal edip uykuya dalmaktı.
O pırıl pırıl uçuk pembe bisikleti almam 8 yıl sürmedi tabii. İster vizyonlama deyin, ister duanın etkisi, isterseniz de beyaz eşyacının önünden her geçişte içli içli bisikletlere bakan ve harçlığına hiç dokunmayan bir çocuğun anne babada yarattığı vicdan azabı... Bir sonraki yaz mahalle yollarının fatihi ben oldum!